29 Mart 2018 Perşembe

5) Herkese selam. Bir yazı daha (29.03.2018)

Merhaba

Köye yerleşeli 1 yıl olmak üzere... gelelim 1 yıldır neler yaşadık, neler gördük ve neler geldi başımıza...
Ev tadilatını geçelim çünkü ilk uğraştığımız şey buydu ve o sürecimize zaten şahit oldunuz. Evimize yerleştikten sonra ilk yaptığımız şey bahçe ile ilgilenmek oldu ama tam nisan-mayıs ayları olduğu için deniz sezonuyla birlikte geldi, serde acemilikte var tabi, çabaladık durduk :)
Bahçe işleri derken hem ekim dikim işleri hem hayvanlar olarak ikiye ayıralım...
İlk yaptığımız şey bahçedeki dize kadar otları biçip, bir traktör ile bahçeyi sürdürmek oldu. 
Hemen etrafını telle çevirip, domates, biber, salatalık, patlıcan falan ekmek için bir bölüm ayırdık, daha çapayla tanışma maceramız falan var :) o kısımı sonra anlatalım, şimdi diğer taraftan devam edelim....
Acemiliğimizden bahçeye çim ekmeyi bile düşünememiştik o zamanlar :) sonra hemen bir köpek kulübesi yaptık, eski mobilyalarımızdan. Ama işin komik tarafı daha bir köpeğimiz bile yoktu, yaklaşık 6 ay boş kaldı zaten kulübe :) diyorum ya acemilik işte :) 6 ay önce içine can geldi. Bir "yörük çoban köpeği" Denizliden getirdik. Hediye ettiler bize. Geldiğinde daha 35 günlüktü, çok minik... biraz daha anne sütü alsın dedik ama 11 kardeşi olduğunu duyunca sahibine ve annesine jest(!) yapıp gittik aldık. O kadar küçüktü ki Bade'nin bebeklik kıyafetlerini giydirdik hep. Geldikten 15 gün kadar sonra kanlı ishal oldu, bilen bilir yavru köpekleri %95 öldüren, net bir tedavisi olmayan ölümcül bir virüs... çok zor günlerdi, çok uğraştık, su içse kusan bir damlacık yavru köpekle birlikte, o virüsle kıran kırana savaştık, gece yarılarına kadar serumlar, iğneler ilaçlar, yarım saatte bir şırıngayla 0,5 cc mama vermeler ile çok şükür atlattık! şimdi büyüdü. sağlıklı ve çok cadı bir kız oldu...ismi HERA ve ömrünün sonuna kadar artık bizimle :) Bir de komşumuzun köpeği var. Herayla aynı cins ve Hera'dan biraz büyük. İsmini kendisini görmeden önce koymuştuk ama çok yakıştı. İsmi ASLAN. Bildiğin "Aslan kadar Aslan" oldu. O da Hera'nın en yakın arkadaşı. Ve şimdi ikisi de çok mutlu :) Aslan sakin mizaçlı, sevecen ama biraz tembel, Hera ise cadı, asi ve hareketli böyle de bir zıtlık uyumu oldu aralarında, aman sağlıklı olsunlarda :)
Köpek kulübesiyle başlayınca köpekten başlamış gibi olduk ama aslında tavuklardan başlamıştık çoğalmaya. Önce hızlıca bir kümes yaptık, bahçenin köşesindeki dut ağacının altına, dökülen dutlarıda yesinler diye. Sonra 3 tane "altın kızlar" adını verdiğimiz hepsi birbirinin aynısı ataks marka tavuk aldık, buralardaki bir tavuk çiftliğinden. sonra bir tanesi 21 gün kuluçkaya yatarak 7 tane nurtopu gibi civciv verdi bize, sonra 2 tane civcivi Aslan gizlice bahçeye girip civcivlerle oynarken yanlışlıkla öldürdü, kaldı 5 civciv...şimdilerde yumurtlamaya bile başladılar. O dönemlerde komşum-arkadaşım Sevcan pilamit bir horoz hediye etti bize. Ama o da geldiğinde gözleri bir garipti, zamanla iltihaplandı, sabah akşam antibiyotik tedavisine başladık ama tedaviye cevap vermeyip kör oldu :( yaklaşık 2 ay boyunca her sabah her akşam ona avucumuzla yem yedirdik...kör olduğu için kümese ayrı bir bölme yapıp oraya ayırdık...dışarı çıkamıyor, suyu bulamıyor, sürekli tüy döküp kilo kaybediyordu...sonra bir akşamüstü o da aramızdan ayrıldı, gözyaşları içinde son yolculuğuna uğurladık :( Sonra Sevcan bir horoz daha hediye etti :) sonra 4 tane daha lohman marka tavuk geldi, sonra "altın kızlar" dan 1 tanesi birden ortadan kayboldu derken şu an 12 tane tavuğumuz var...çok hızlı bir sirkülasyon oluyormuş hayvanlarda bu da tecrübelerden biri, zannediyorsun ki aldığın sayıda kalacaklar ama öyle değilmiş, biri doğuyor biri ölüyor, biri gidiyor yerine 3 geliyor falan, biri ölüyor ağlıyorsun ertesi gün başka bir hayvanın 4 yavru doğuruyor sevinçten çıldırıyorsun, doğanın döngüsü buymuş diyorsun sonra, doğa canlı ve sürekli hareket halinde.

Bugün sadece köpeklerimizden ve tavuklarımızdan bahsettik.Çok da kısa bir özet aslında, o kadar hareket halinde ki burası, anca günlük-haftalık yayın yaparsak kaçırmayız ayrıntıları.

Sadece hayvanlar değil çünkü hayatımız, sabah horoz sesiyle uyanıp akşam üstü -sivrisinek basma saati diyoruz biz onun adına- hava kararana kadar sürekli bir koşturmaca halindeyiz, üşenmek yok, tembellik yok çünkü doğada her şeyin bir zamanı var ve sen ona ayak uydurmak zorundasın. Zamanını kaçırırsan, diyelim ki hava karardıktan sonra tavuklarını yemlersen olmaz, hava karardığında tavuklar yemi göremez ve yiyemez, aç kalır, üşenemezsin "amaan bişey olmaz" diyemezsin. Can bu!
Sebze dikeceksen "gelecek ay hallederim yeeaa" diyemezsin, beklemez mevsim seni, "bugün sulamayım yarın sularım" de bi hele, hemen o yapraklar yerlere yatar, olmaz!
Karadut varken ağaçlarında kaynatıp pekmezini yapacaksın, incir varsa reçelini, zeytin toplama zamanı gelmişse dalında kurtlandırmadan hemen zeytinlerini toplayıp kurmak zorundasın. Bekletemezsin, sen ona yetişeceksin :)

İşin en güzel yanlarından biri de Doğa nankör değil!
"ne ekersen onu biçersin", "bakarsan bağ olur, bakmazsan dağ" atasözleri buralarda daha güzel şekil alıyor. Daha iyi anlıyorsun ne demek istediğini, mecazını görmesende olur, doğa sana öğretiyor zaten.

Daha keçi maceramız var sırada, doğanlar, ölenler...acemilikle yaptığımız hatalar ve bunlarla öğrendiğimiz hiç bir kitapta yazmayanlar...
hepsini anlatırız.
Doğa bize sabretmeyi de öğretti çünkü, "bekle" diyor, "zamanı var".
Çiçek dikiyorsun, hemen açsın istiyorsun "bekle, zamanı gelince".
Koyunun hamile, hemen doğsun istiyorsun "bekle, zamanı var".
Yağmurlar bitsin, güneş açsın "bekle!!".
Bekle ama zamanını da kaçırma :)) hareket halinde bekle :)


Bir gün biri bana "Asla yapmam dediğin bişey var mı senin? "diye sorarsa,
"Asla yapmam dediğim tek şey, daha önce yaptığım ve sonucunun iyi olmadığını gözlerimle deneyimlediğim şeydir" derim...
Tecrübe bu kadar önemli. Birinin yapma demesi değil, yaşayarak öğrenmektir.

hoşça kalın !


























Aşağıdaki sayfaları beğenerek güncel fotoğrafları rahatlıkla görebilirsiniz :) https://www.facebook.com/terkisehir1/ https://www.instagram.com/terkisehir/?hl=tr

26 Mart 2018 Pazartesi

4) Blog Yazmaya Yeniden Başlıyoruz. (26 Mart 2018)

Bir çok blog gibi heyecanla başlayıp bir anda ortadan kaybolan bloğumuzu harekete geçirmeye karar verdik. 
Bunun için en başta; "artık niye blog yazmıyorsunuz yaa!" diye kulaklarımızı çeken tatlı takipçilerimize teşekkür ederiz tabiki :) 
Bloğumuza zaman ayıramadık, sadece instagram ve facebook sayfalarımızı aktif kullanmaya gayret ettik. Çünkü köy hayatının koşuşturmasına ayak uydurma acemiliğindeydik. Bir yandan düzen tutturmak, bir yandan öğrenerek büyümeye ve çoğalmaya çalışmak, bir çok tecrübeye gebeymiş. (Off hem de ne tecrübe! )Her tecrübemizi artık paylaşabilecek seviyeye geldik gibi ve tekrar sizlerle birlikteyiz. 


Amerikalı İş Adamı ve Bir Meksikalı Balıkçı
Doğup büyüdüğünüz ve yıllarca yaşadığınız bir şehri terk etmek elbette göründüğü kadar kolay değil. Bunun için birden çok sebep, kocaman ama gerçek bir hayal ve canınıza "tak etmesi" lazım. Bizim terkişehir hareketimizde de bir çok etken vardı. Hatta bazı hikayeler de bu kararımızda bize ilham verdi. Mantığımızı harekete geçiren ve bize ilham veren bir hikayeyi paylaşarak başlayalım, ısınalım biraz sonra tecrübelere geçeriz :)


Meksika'da bir sahil kasabasına yolu düşen Amerikalı bir iş adamı, kıyıya yanaşan kayıktaki balıkçıyla konuşur. Kayığın içinde, henüz tutulmuş birkaç ton balığı bulunmaktadır. Amerikalı iş adamı balıkların iriliğinden dolayı balıkçıyı över ve bu birkaç balığı ne kadar zamanda yakaladığını sorar.
Balıkçı, “Fazla sürmedi, senyör” der.
Amerikalı hayretle sorar: “Öyleyse neden daha fazla denizde kalıp da daha çok balık tutmadın?”
“Bu kadarı bugünlük aileme yeter.”
“Peki”, der Amerikalı iş adamı.
“Geri kalan zamanını nasıl dolduruyorsun?”
“Sabahları geç kalkıyorum. Sonra birkaç balık tutuyorum. Sonra çocuklarla oynuyorum. Öğleden sonra eşimle biraz şekerleme yapıyorum. Akşamları da kasabaya iniyorum; Amigolarla bir şeyler içip gitar çalıyoruz. Böylece hayatı dolu dolu yaşıyoruz, senyör.”
Amerikalı iş adamı bu hayatı son derece sevimsiz bulur.
“Ben Harvard mezunuyum, sana yardımım dokunabilir” der.
“Her şeyden önce, daha fazla balık tutmalısın.”
Balıkçı hayretle sorar: “Niçin senyör?”
“Artan balıkları satar, daha çok kazanırsın.”
“Sonra senyör?”
“Zamanla kendine daha büyük bir tekne alırsın.”
“Sonra senyör?”
“Daha büyük tekneyle daha çok balık tutar, daha çok kazanırsın.”
“Sonra senyör?”
“Daha başka tekneler alır, bir filo kurarsın.”
“Sonra senyör?”
“Sonra balıkları işlemek için kendin konserve tesisleri kurarsın. Böylece kârın önemli bir kısmını başkalarına kaptırmamış olursun.”
“Sonra senyör?”
“Tabii, bütün bu işleri böyle küçük bir sahil kasabasında yürütemezsin. Bu arada Los Angeles veya New York gibi büyük bir dünya kentine taşınmış olursun.”
“Sonra senyör?”
“Yeteri kadar büyüyünce halka açılır, hisse senetlerini satarsın.
Büyük zengin olursun. Milyonlarca doların olur.”
“Sonra senyör?
“Bu kadar paran olduktan sonra çalışmana gerek kalmaz. Emekliye ayrılır, bir sahil kasabasında kafanı dinlersin. Sabah geç saatlere kadar uyursun. Biraz balık tutar, çocuklarla oynar, öğlenleri de şekerleme yaparsın. Akşamları ise amigolarınla bir şeyler içip gitar çalarsın.”
“Şu an bunları yapıyorum zaten senyör!..”

işte bu hikayeden sonra "neden?" diye sorduk birbirimize...
"istediğimiz hayatı yaşamak için neden emekli olmayı bekleyelim? neden yaşlanmayı bekleyelim?" 

dip not: bakarsınız bir gün biz de bi cesaret bulur ve emekli olunca şehre taşınmaya  karar veririz, yaşlı, güçsüz ve hayatın tadını çıkaramaz yaşlarımıza geldiğimizde... nede olsa  büyük hastaneler hep büyük şehirlerde ve bu da çok manidar :)